1) Hafta içi her sabah olduğu gibi küfrederek uyandı. En sevdiği şarkıyı daha bir hafta önce alarm melodisi yapmıştı ama artık bu şarkıdan nefret ediyordu. Hemen bununla ilgili bir tweet attı ve giyinip evden çıktı.
2) Arkadaşının alarm melodisiyle ilgili attığı tweet’e gülümserken sokaktaki tenis topunu kovalayan kediyi gördü. Fotoğrafını çekip “ülkemizde tenise verilen önem”den bahsederek Instagram’a yükledi. Gelen beğenileri takip ederken metrobüs geldi.
3) Kız arkadaşının Instagram’a yüklediği kedi fotoğrafını beğendiğinde asansöre ulaşmıştı. Sekizinci kata çıkarken hafta sonu piknikte çektiği fotoğraflardan birini Facebook’a yükledi ve arkadaşlarını etiketledi. Artık çalışmaya başlayabilirdi.
* * *
Markalar her sabah yüksek etkileşim için ideal zamanı bekleyip bahsedilme oranlarını arttırmaya çalışırken tüketiciler günün her saati sayısız mecrada kendilerini, arkadaşlarını, duygularını, yaşadıklarını anlatıyorlar. Her ne kadar bu tabloda şirketlere yer yokmuş gibi görünse de, anlatılan hemen her hikayede bir ürün, etkinlik ya da hizmetten bahsediliyor. Daha da önemlisi, anlatılan bu hikayeler, gerçek hayattan besleniyor.
Ama çoğu marka kendi kurguladığı hikayeleri anlatmakla o kadar meşgul ki, gerçek insanların onlar hakkında anlattığı gerçek hikayeleri dinlemeye çoğu zaman vakit ayıramıyor.
Oysa her öyküde tek bir kahraman vardır: İnsan. Bu insan üretici de olabilir, tezgahtar da, yatırımcı da, tüketici de. Marka hikayesinin asıl anlatıcıları bu insanlardır. Anlattıkları her hikaye ile markanızı şekillendirirler. Her insanın kendi hikayesini kolayca yayabildiği bir dünyada ise pazarlama ancak bu hikayelerle yaşayabilir.
Son dönemde “storytelling” diye yücelttiğimiz, karmaşık formüllere dökmeye çalıştığımız olay temelde bundan ibaret. Steve Jobs ya da Ingvar Kamprad’ın son dönemde bu kadar sık hatırlanmalarının altında yatan bu. Facebook’ta marka sayfalarına önemli tarihler ekleme imkanı sunulmasının sebebi bu.
Her marka, kendi hikayesini yaratmalı. Ve bunu olabildiği kadar gerçek insanlar üzerinden yapmalı. Ya Apple ve IKEA’nın yaptığı gibi birini yücelterek, ya da Coca-Cola’nın yaptığı gibi tüketiciyi kahramanlaştırarak. Seçilen kahraman ne kadar gerçek olursa, inandırıcılığı da o kadar artar.
Dolayısıyla bugün pazarlamacılar olarak en önemli görevimiz, markalarımızın rol aldığı öyküler keşfetmek. İnsanlara bu öyküleri renklendirme ve anlatma imkanı sunmak. Sorun yaşadıklarında, yanlarında olduğumuzu hissettirmek. Güzel bir öyküde yer bulduğumuzda ise bunu daha çok insana duyurmanın yollarını bulmak.
Ve sosyal medya bunu yapmak için muhteşem imkanlar sağlıyor. Yeter ki markalar dinlemek istesin. Çünkü insan ancak dinleyen biri olduğunda konuşur.